Toplumsal psikoloji bize şunu öğretir. Bir toplumun yaşadığı acılar yalnızca bireysel değil, kolektif travmalar olarak da varlığını sürdürür.

Savaş, doğal afet, ekonomik çöküş ya da baskı dönemleri… Bu olaylar sadece o dönemi yaşayanları değil, onların çocuklarını ve torunlarını da etkiler. Çünkü travma sadece bir anıya değil, bir davranış biçimine, bir düşünme modeline dönüşür. Böylece acı, doğrudan anlatılmadan bile kuşaktan kuşağa aktarılır.

Travma yaşayan bir toplum, çoğu zaman bu acıyı konuşamaz. Korku, utanç ya da bastırılmış öfke, sessizliğe dönüşür. Ve o sessizlik çocukların oyunlarına, gençlerin umutsuzluğuna, yetişkinlerin güvensizliğine karışır. Bir kuşak susmayı öğrenir. Bir sonraki, nedenini bilmeden susar. Örneğin, savaş döneminde büyüyen bir nesil hayatta kalmayı öncelik haline getirir. Onlar için sessizlik bir savunma biçimidir. Ama onların çocukları savaşı görmeden bile hayata karşı temkinli, kaygılı ve güvensiz bir tutum sergiler. Bu durum, toplumsal bellek dediğimiz görünmez zincirin halkasıdır. Aynı şekilde, yıllarca ekonomik sıkıntı yaşamış toplumlarda ‘’yitirme korkusu’’ kuşaktan kuşağa geçer. Bolluk döneminde bile insanlar rahat edemez. Bir köşede hep ‘’ ya biterse’’ endişesi taşırlar. Bu yalnızca bireysel bir kaygı değil, geçmişte yaşanmış kıtlıkların, yoklukların psikolojik mirasıdır.

Travmanın aktarımı sadece korkularla sınırlı değildir. Bazı toplumlarda adaletsizlik ve baskı o kadar içselleştirilmiştir ki, insanlar zamanla hak aramayı değil, kabullenmeyi öğrenir. Bu, kuşaktan kuşağa geçen bir travma biçimidir. Bir çocuk, haksızlık karşısında sessiz kalan ebeveynini izleyerek büyür ve o sessizliği normal sanır. Bilimsel araştırmalar da bunu doğrular. Travma, yalnızca davranışla değil, bazen biyolojik düzeyde, yani genlerin ifade düzeyinde bile iz bırakabilir. Holokost’tan sağ kalanların çocuklarında stres hormonlarını düzenleyen genlerin farklı çalıştığı saptanmıştır. Bu, acının bedensel hafızasının bile kuşaklar boyu sürebileceğini gösterir.

Peki bir toplum bu zinciri nasıl kırabilir?

Öncelikle konuşarak. Travmaların iyileşmesi için yüzleşmek gerekir. Acıyı bastırmak değil, anlamlandırmak, sessizliği sürdürmek değil, hikayeye dönüştürmek gerekir. Çünkü anlatılan acı yalnız değildir. Ve

paylaşılan her travma toplumsal iyileşmenin ilk adımıdır.

Sonra empati gelir.

Bir toplum kendi acısını tanıdığı kadar başkasının acısına da kulak verebildiğinde olgunlaşır. Bu kolektif bir bilincin uyanışıdır. Ve belki de gerçek iyileşme, travmayı unutarak değil, onunla barışarak mümkündür.

Haftaya görüşmek üzere… Sevgiyle kalın